5 Mayıs 2011 Perşembe

30

Bu aralar ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Aslında "mutlu" değil. Böyle, otuz kilo vermiş gibiyim. Tabii otuz kilo verince vermiş olmam gereken tüm kiloları vermiş mi oluyorum, ondan emin değilim (metaforu biraz daha uzatırsam kocaman bir insan olduğumu zannedeceksiniz).

Öte yandan, başladığım işi bitirmeliyim.

Otuz kilo veren her insan gibi, o otuz kiloyu başta niye almıştım'ı sorgulama faslındayım.





Please don't take a picture
It's been a bad day 


Bad Day- R.E.M.

P.S. fotoğraf projemi kocaman fotoblok denilen kartonlara bastırdım. Ne yalan söyleyeyim, fotoğraflarıma bakıp içinizden denize gitmek gelmiyorsa sorun sizde cicim.

30 Nisan 2011 Cumartesi

Evelyn

Çok güzel filmler izliyorum bu ara.

the Shape of Things- Rachel Weisz ve Paul Rudd oynuyor bu filmde. Bazı filmlerin izlenmesi "gerekir" ya? Bu filmi o kategoriye çoğu kişi sokmaz, eminim. Ama ben sokuyorum. Film olarak değişik açı yakalıyor veya bir görsel şenlik sunuyor falan değil, ama konusu...Annenizle/babanızla/böyle konuları kimle en samimi konuşuyorsanız onunla konuşuyormuş tadında.

He is a living example of people's obsession with the surface of things. The shape of things.

Herkesin bu kadar aynı olması beni şaşırtıyor ara sıra. Hani hepimiz temelde aynıyız, hepimiz insanız denir? Bazen bakıyorum, temelde değil, yüzeyde de aynıyız. Her şeyde aynıyız. Bazen.

28 Nisan 2011 Perşembe

Liseli detected

Hataları itiraf edip etmemek konusunda çelişkilerim var. Bu yazımın sonunda "liseli detected" damgasını yapıştıracakmışsınız gibi.

Ama insan itiraf etmeli bazen. Böyle benim yaptığım gibi, elini kolunu amaçsızca sallayarak anlatmalı derdini. İnat ettim, etmemeliydim. Hayatta bir şeyden emin olacağım dediğimde olmamalıydım. Anları parçalara bölüp etrafa saçmamalıydım. Konuşmamalıydım, zorlamamalıydım. Neyi mi? Boşluğu tercih etmeliydim.



Çünkü Pablo Neruda'dan alıntı yaptığımı bilmeyecek, bilsen de anlamayacak, anlasan üstüne alınmayacak, üstüne alınsan bile hiçbir zaman etkilenmeyeceksin işte. Ya da etkileneceksin, birkaç dakika sürecek yine. Daha kötü ya.
"Seni sevdiğimi anlayacaksın, sevmediğim zaman."

11 Nisan 2011 Pazartesi

Algorithm

Çünkü saksafonu çalan üst katımdaki çocuk değil, yan apartmandaki bir müzisyenmiş, haftaiçi benim normalde okulda olduğum saatlerde de güzel güzel çalıyormuş.

Okuduğum kitabın yazarıyla kenarlara yazdığım notlarla tartışabiliyormuşum--

Kararsızlıklar iyi de olabiliyormuş, hiç vermeyeceğimi bildiğim kararları düşünmek de.

Bir de ne zaman sakin, ne zaman kopkop müzikler istediğimi anlasam.

2 Nisan 2011 Cumartesi

Şaşırmazsınız herhalde...

yes.
...deniz hakkında bir fotoğraf projesi yaptığımı duyunca. Zorunlu (!) olarak yüzlerce belki binlerce deniz fotoğrafı çekeceğim bir sürü yerde. Vah vah vah...

Sanırım hocam gösterdiğim hevesten birazcık afalladı. Azıcık.

Halbuki bu işte. Bu. Daha ne isterim?

28 Mart 2011 Pazartesi

Meow

Çılgın kedi.



Merhaba. Biliyor musunuz, bu kediyle benim ruhsal durumum arasında çok fark yok önümüzdeki günlerde. Neyse ki okulum beni hep düşünüyor, diyor ki S. düşünüp durmasın, iş yapsın. Hala işim var anlayacağınız. Ama oyalanıyoruz işte, iyi oluyor.

13 Mart 2011 Pazar

Feel like a star


Bazen klişe klişe şeylere sarıyormuşum gibi geliyor. Klişe, basit, fazla duygusal, hayalperest, istediğinizi diyebilirsiniz açıkçası, benim de aklımdan geçmiyor değil. Fakat bildiğim bir şey var, o da ne kadar klişe olursa olsun bu hikayenin, konu hayata umutla bakmaksa, güzel bir hikaye olduğu. Dünyayı değiştiremediğimiz, her şeyden şikayet edecek bir kusur bulabildiğimiz halde yaşıyorsak, hepimizin deniz yıldızı olduğu içindir bence. Deniz yıldızımız yoksa, deniz yıldızı olmaya çalıştığımız içindir.

Bir de ben bu hikayeyi okumadan yıllar önce, denizde deniz yıldızlarını çıkarıp çıkarıp derinlere atardım. Sonuçta benim bulduğum yerdeki derinlikte başkaları da bulabilir, derdim. Annem bunu yaptığında küçükken bana onun ömrü sana gelsin derdi. Ben yapmaya başladığımda da senin ömrün sevdiklerime gelsin derdim attığım yıldızlara.

Alakası yok, yine denizi özledim sadece.

28 Şubat 2011 Pazartesi

Kavram Katliamı

T. S. Eliot, the Wasteland. Bitirdin beni. Ne yazık ki Eliot'u eleştirecek bir otorite değilim, fakat günlerdir the Wasteland'le yatıp kalktığıma göre bu hakkı kendimde görüyorum. Canım çıktı. Ve hala anladığımdan emin değilim.

Halbuki çok sevdiğim Murathan Mungan'dan bahsedecektim size bugün. "Bazen ona bir şeyler yazarsın, yazar silersin... yazar silersin... O hiçbirini okumamış olur ama sen hepsini söylemiş olursun." Zaten o'nun duyması önemli mi diye merak ediyorum. Bu herhangi biri olabilir, anneniz, arkadaşınız, sevdiğiniz. Nereye kadar kendimiz için anlatıyoruz, nereye kadar karşımızdakinin dinlemesi için? Bir insana zaten anlamadığı bir şeyi anlatmak mümkün müdür? İnsanların fikirleri gerçekten değiştirilebilir mi? Bir yerde okumuştum, insanlar kendi başlarına kabul etmedikleri şeyleri kabul etmezler, siz onlara kabul ettirdim sanırsınız ama ya kendi bir mantığa oturtarak kabul etmişlerdir ya da hiç etmemişlerdir diye.

Peki kavram katliamı?

Çünkü kavramlar karmakarışık. Ya da biz karıştırıyoruz. Bazen Abraham Lincoln gibi laflar edesim geliyor içimdeki haklılık ibresi tavana vurduğunda: "How many legs does a dog have if you call the tail a leg? Four. Calling a tail a leg doesn't make it a leg". Sonra senin "leg" sandığın şey gerçek değilse diyecekler diye ödüm kopuyor. Yani haklı çıkacaklar diye.Yani, kimin haklı olduğunu zaten bilemeyeceğiz, arafta kalacağız diye.

Benim Alain de Botton zamanım gelmiş yine anlaşılan. Günlük hayat felsefesi.

PS: eğer ağlamak istiyorsanız Notebook'u izleyin derler. Yalan. Emre Altuğ'un Aşk-ı Kıyamet klibini izleyin. Bir an için kavram katliamını unutabilirse insan, biraz da boşsa kafası, anlarsa olan biteni...

23 Ocak 2011 Pazar

ikinoktaparantez

Dünyanın en verimsiz haftasonunu geçirdim.

Tamam, hastaydım. Tamam, sınavlar, bilmemneler, yorgundum. Ama bu kadar da olmaz ki canım.

Hiçbirşeycilik.

Çok iyi geldi.

18 Ocak 2011 Salı

work. focus. push. push. push.

burayı adak ağacı olarak kullanmak ne kadar doğru bilmiyorum.

fakat benim blogum, ister saçmalarım ister Nobel'lik yazı yazarım.

yarın sağ salim geçsin lütfen.

15 Ocak 2011 Cumartesi

Ultrasonic

Muhtelif pop şarkıları, Muse, Bülent Ortaçgil.

Bu haftayı sesim ultrasonikleşmeden geçireceğim. Ultrasonik sesleri insanlar anlamazlar, biliyorsunuz.

5 Ocak 2011 Çarşamba

---

Bugün eve erken geldim. Bol bol vaktim vardı, yemeği uzun uzun yedim, odamı toparladım azıcık. Görüyorsunuz ya, sorun çok işimin olması değil aslında. Hem sonuçta o işler istediğim bir amaç uğruna, hem de o "iş"lerin hepsi çok keyifli- nerdeyse hepsi. Ben- sadece- oynamak- istemiyorum- artık. İstemiyorum.

1 Ocak 2011 Cumartesi

2011? Ciddi misiniz?

Sevgili 2011,
Kaç gündür giremeyeceğim giremeyeceğim diyordum 2011'e. Hatta bir ara 1 Ocak'ı 8 Ocak'a erteleme girişimlerim bile olmuştu. Neyse ki şaka maka hem de çok eğlenceli bir ortamda girdim yeni yıla.
Bu sene çok değişik olacak. Hissediyorum.

Mutlu yıllar.